-->

HARF DEVRİMİ - DAKTİLORUHU


Dil, insanlar arasında anlaşmayı sağlayan doğal bir araç, kendisine özgü kuralları olan ve ancak bu kurallar içerisinde gelişen canlı bir varlık, temeli tarihin bilinmeyen dönemlerinde atılmış bir gizli anlaşmadır. Bir milletin geçmişiyle olan bağı, geleceğe kültürün taşınmasındaki en büyük aracıdır. Dildeki sözcüklerin, duyguların, düşüncelerin belli işaretlerle; kağıda, taşa, toprağa, tahtaya... dökülmüş biçimine yazı denir. Konuşma dilinin aracı ses ise yazı dilinin aracı da yazıdır. Yazının düşünceyi ortaya koymada, yaymada ve iletmede önemi büyüktür. Düşünce ve sanat ürünlerinin doğuşunda ve yayılmasında yazı önemli bir etken olmuştur. Kimi tarihçiler, uygarlığın başlangıcını yazının bulunuşuna bağlar. Çünkü yazı belli bir uygarlığa erişen toplumların anlaşma aracıdır.
Türk milleti yazıyı bir değil, üç hatta dört kez öğrenmiştir. Kök Türk, Uygur, Arap elifbası ve 1928’den beri Latin harfleri. Türkler İslamiyetle birlikte Arap elifbasını benimsemiştir.  Fakat dil konusu daima tartışmaların hedefiydi. Türk dili üzerine tartışmalar tanzimat döneminde başlamaktaydı. Ahmet Cevdet Paşa Kavaid-i Osmaniye adlı eserinde Arap alfabesinin bazı sesleri karşılayamadığını söylüyordu. Namık Kemal “Latince harfler dilimizi karşılayacak sayıda değildir.” diyerek şiddetle latin alfabesine karşı çıkıyordu. Cumhuriyetin ilk yılları beraberinde bir çok inkılap getirmiş, 1924’te  Hilafet ile Şer’iye ve Evkaf  vekaleti kaldırılmış, bütün okullar milli eğitim bakanlığına bağlanmıştı. 1926 yılında bütün eğitim düzenlenip Milli Eğitim Bakanlığına bağlandı. Kaldırılan unsurların yerine muasır medeniyetler seviyesine erişmek tabiri ile seküler sistem yerleştiriliyordu. 1923 yılında İzmir İktisat Kongresinde Kazım Karabekir’e Latin harflerinin kabülüne yönelik önerge verilmiş, Kazım Karabekir ise Latin harflerini savunanlara bu fikrin tamamen yabancıların telkinleri ile ortaya çıktığını amacın Doğu ile bağları koparmak, Batı dünyasıyla iletişimi kolaylaştırmak olduğunu ifade etmiştir. Yıl 1928 olduğunda ise yeni çıkan yasalar ile birlikte harf için de bir komisyon oluşturulur. Komisyonun hızlı çalışmaları ile alfabe hazırlanır. 9 Ağustos 1928 tarihinde Gülhane’de yeni alfabe halka tanıtılır. Kanunun kabülünden sonra halk için her yerde kurslar açılıp yeni alfabe herkese öğretilir. Kanun beraberinde öyle şeyler getirir ki… Yıkılan imparatorluğun ardından kurulan Türk Devletinin eski alfabeden kurtulmaya çalışma safhası ve bunun ardından kabul ettiği Latin alfabesi... Bu durum içerisinde değişen, değişmesi gereken; değişen ya da değişemeyen bir sürü kelime... Bunun ardından ortaya çıkan karışıklıklar...
Her bir fert bundan nasibini almıştır. Bununla birlikte gelecekle ilgili çok ciddi karmaşalar yaşanmaktadır ve yaşanacaktır. Eskiyi unutmaya çalışan bir nesil... Eskiden ayrılamayan geçmişi unutamayan eskiler... Yeniyi anlamayan yeni millet... Bu karmaşanın içinde büyümeye, gelişmeye çalışan Türk usûlü Latin alfabesi. Herkes her şeyi farklı söylüyordu. Çünkü farklılıklar çoktu; değişen harfler... Aslında değişen sadece harfler değil inanışlar, davranışlar, ve en önemlisi değişen millet... Değişen harflerin ardından yeni harflerin eskilerin yerini alamaması, bunlara uygun olup olmaması... Karşılık bulamaması... Ve bundan dolayı da oluşan anlam kargaşası... Artık çoğu kelimeler anlamın tam karşılığını vermiyorlardı. Çünkü kelimeler de azalmıştı değişen alfabeyle, Arapça çoğu kelimeler çıkarılmıştı ve hala çıkarılmaya devam ediliyordu.
Aslında yanlıştı bu uygulama evet artık kendi alfabemiz vardı kendi kelimelerimiz de olmalıydı ama bunların olması için de zaman gerekiyordu. Böylesine köklü bir millete yeni harfler öğretmek kolay değildi. 
Nitekim çalışmalar başladı. Yazarlar, şairler ve bilim adamlarıyla birlikte komisyonlar kuruldu. Bir yığın toplantılar yapıldı. Kah herkes aynı karara vardı kah tartışmalar çıktı. Aslında kendileri de biliyorlardı az yol kat etmemişlerdi ancak daha yapacak çok işleri vardı. Arapça, Farsça kelimeleri de çıkarmak... Asıl önemli konu da buydu fakat nasıl olacaktı? Ya da olması gerekiyor muydu? Olmasını istemeyenler eskiye dönüşü istiyorlar diye yargılandılar. Diğerleri ise uydurmacalar içine girdi. Lakin unuttukları bir şey vardı. O eski dedikleri, unutturulmaya çalışılan elif-ba bu milletin yüzyıllar boyunca konuştuğu, anladığı ve bunun üzerinden tahlillerde bulunduğu bir elif-ba idi.
Peki karmaşanın içerisinde tek çözüm yolu neydi?
Dile kısıtlayıcı hiç bir müdahalede bulunmamak! Dili küçültmenin bir anlamı yoktu. Kelimeler kalacaktı çünkü yenileri eski anlamının yerini dolduramayabiliyor, giden de kolay kolay geri gelmiyordu.
Çoğu zaman da bir kelime sadece bir millete ait olamıyordu. Kelimeler ülkeler geziyordu. Değişik coğrafyalarda farklılaşarak o milletin diline dahil oluyor. Kalıplaşıyor herkes onu benimsiyor ve kullanıyor.
Kelimeler canlıdır aslında diyor yazar. Ona canlılık niteliği veriyor. Hatta ölebiliyor da kelimeler. Bazıları tekrar getirilebiliyor ama bazıları ise sonsuza kadar gelemeyebiliyor. Önemli olan kelimelerin işlevleri. Onların kullanış biçimleri ve tarzları.
Her alanda bu karmaşa vardı. Edebiyatta, tarihte, şiirde, konuşmada, yazıda, orda, burda, şurda... Yani sadece ünlü düşünürler bunun etkisini görmüyordu. Herkes, her şey bununla cebelleşiyor.
Osmanlı mıydık? Türk müydük? İkisi mi? Yoksa hiçbiri mi? Bunların karmaşası. Aslında hepsiydik ama hep bir tarafımızı görmezden geldik. Beceremedik de ama hangisi olduğumuzu bilmek de istemedik. O zaman tek bir tip olacaktık. Bu eskilerden ya da yenilerden vazgeçmekti. Bu yüzden de hepsi olmak istedik lakin bazı şeylerden ödün vererek. Bu da geçmişi unutarak oldu. Eski harfleri okumayı bilmediğimiz için Osmanlı döneminde yaşayan ünlü muharrirleri, şairleri, alimleri, ârifleri okuyup anlayamadık. Onların görüşlerini bilgilerini alamadık. Belki yeniydik ama cahildik de. Eskiyi bilmiyorduk ve yeniye bir şeyler katamıyorduk.
Bu ikilemler aslında hala var sadece biraz unuttuk o kadar ve biraz daha ileri seviyedeyiz farklı kelimelerle zenginleşti dilimiz. Ama hala eksik. Türk dilinin bir yanı hala eksik. Kapanmayan, kapanamayan bir yara hem de. Değerli dil üstadı İbrahim Demirci'nin deyişiyle dil yarası!

YAZAN : DAKTİLORUHU

Yorum Gönder

My Instagram

Designed By OddThemes | Distributed By Blogger Templates Düzenleyen NEVİT