…
Benim hikâyem bir neslin hikâyesidir
Başkalarının korkusu değil benim korkum
Korku taşımıyorsa bir yürek çöldür
Teslim sessizliği de malumum, kaçış gürültüsü de
Aynaları kıran bir neslin yazgısını
Bende okuyacak seyyahı bekliyorum
Ölü aşkları göstereceğim boş dönmesin diye
Seyyah yüreğin yanında mı
Ah
Seyyah
Sözlerime Memduh Atalay’ın bu güzel şiiri ile başlamak istedim. Sizlere şairin
de dediği gibi ‘Aynaları kıran bir neslin yazgısı’nı anlatmaya geldim.
Endülüs’ten başlayıp Balkanlar’a uzanan Patani ile son bulan bir yolculuk.
Seyyah’ımız Akif Emre bense bir garip okur gezgin sizlere bu yolculukta eşlik
edeceğim. Gazeteci-Yazar olan değerli Seyyahımızın ‘Çizgisiz Defter’ adlı
kitabından oluşan güzel notları ve kendi derlediklerimi sizlerle paylaşacağım.
Gelin! O halde geçmişten geleceğe doğru kısa bir yolculuğa çıkalım.
ENDÜLÜS
İspanya’nın güneyinde olup Malaya, Granada, Cordoba gibi birçok şehirden
oluşan, 1980’den beri özerklik statüsüne sahip bu bölge, nüfus bakımından da
İspanya’nın en büyük bölgesidir. Endülüs hakkında araştırma yaptığımızda
kaynaklarda Müslümanların varlığının 1609 yılında Moriskoların (Hıristiyan
yönetimi altında kalan Müslümanlara İspanya’nın verdiği isim)
İspanya’dan sınır dışı edilmesi ile son bulduğunu söyler. ‘Oysa Endülüs
düştükten sonra da orada çok sayıda Müslüman nüfus kalmıştır. 1609 yılında
800 yıl hükmettikleri, önemli kısmı İslamı seçen oranın yerlisi olan Endülüs
bakiyesi Müslümanların İspanya’dan sürülmelerine kadar geçen süre içinde
yaşadıkları acılardan, bir tür soykırıma dönüşen baskılardan habersiz. Oysa 1492
ile 1609 yılları arsında zorla Hıristiyanlaştırma ve engizisyon mahkemelerinde
işkence ve ölümler karşısında sürdürülen bir direniş vardır. Bu süre zarfında yer
yer sergilenen direnişlerin yanı sıra iki büyük isyan hareketi Endülüs tarihinin önemli bir parçasıdır. Engizisyon da yargılanmak için gösterilen gerekçeler
arasında hamamda yıkanmanın ve boğazlanmamış hayvan eti yememenin yeterli
olduğunu hatırlatmak bile yaşanan acıların boyutuna dair fikir verebilir; 1609’da
topluca sürülenlerin 1 milyon kadar insan olduğu düşünülürse yaşana dramın
çapı hakkında fikir edinilebilir. Gırnata’da başlayan, üç gün sürecek bir
toplantıda ‘Moriskoların’ (Hıristiyan yönetimi altında kalan Müslümanlara
İspanya’nın verdiği isim) sürülmeleri ve Hıristiyan yönetimi altındaki konumları
tartışılıyor. Bu arada İspanya’nın yaptıkları haksızlıktan dolayı Yahudilerden
özür dilediğini ama asıl zulmü yaşayan Müslümanlardan henüz özür
dilemediğini hatırlatmakta yarar var. Büyük sürgüne rağmen kendini gizleyerek
varlığını koruyan Müslümanların olduğu da bir gerçek.’(Çizgisiz Defter/Akif
Emre) yaşanan bunca zulme rağmen Müslümanların gördükleri muamele içler
acısıdır. Bununla da kalmayıp ‘Arapları geldikleri yere gönderdik’ diyerek
büyük bir yanılgıya düşüyorlar. Zira Endülüs hâkimiyetindeki Müslümanlar
sadece Araplardan oluşmayıp Araplarla birlikte yerli halkın önemli kısmı
Müslümanlaşmıştır. Oysa sürülenlerin büyük kısmı yerli Müslümanlardan
oluşmaktaydı. Seyyahımız Akif Emre’nin Morisko mirasının bilince dönüşmesi
için Blas Infante’yi bilmemiz gerektiğini söylüyor. Peki, kimdir Blas Infante?
Ahmed Blas Infante 1885’de Malaga’ya bağlı adeta bir kartal yuvasına
benzeyen bir tepeye kurulu Casares köyünde mütevazı bir evde, avukat bir
babanın, çiftçi bir aileden gelen bir ev hanımının oğlu olarak doğdu. 1898
krizinin devam ettiği dönemlerde Endülüs halkının sefaleti onu çok etkiledi.
Siyasete girdi, makaleler, kitaplar yazdı. Sosyalizmi ve Endülüs milliyetçiliğini
savundu. Ancak hiç bir ideoloji ondaki boşluğu doldurmaya yetmedi.
Araştırmaları onu kökenine götürdü. 1924'te Endülüs'ün kökenleri üzerine
yaptığı araştırma sebebiyle gittiği Fas'ta İslam ile tanıştı ve Müslüman oldu.
İspanya'ya geri döndüğünde bambaşka bir Infante vardı. Ahmed ismini aldı.
Endülüs'ün bağımsızlık fitilini ateşledi. Bugün hala kullanılan Endülüs
bayrağını o tasarladı. Yeşil ve beyaz, Muvahhidleri ve Nasrîleri temsil eder dedi.
Ahmed Blas Infante ayrıca bugün hala kullanılan Endülüs Milli Marşı'nı da
yazdı. Şöyle başlar:
‘Ey Endülüslüler!
Ayağa kalkın!
Topraklarınızı ve özgürlüğünüzü isteyin!Endülüslüleri uyuduğu uykudan uyandırıp ayağa kalkmaya, bağımsızlıkları için
mücadeleye çağıran Ahmed Infante 11 Ağustos 1936'da Franco'nun emriyle
ikamet ettiği Coria del Rio'daki (Sevilla) evinden alınarak kurşuna dizildi. Fakat
onların bilmedikleri asıl şey onu öldürmekle bağımsızlık mücadelesini yok
edemediler bilakis ölümsüz kıldılar. Onun ölümü bu davayı sonsuza taşıdı ve
daima taşıyacaktır da.
"İstemiyoruz. Bu barbar kolonicilerle hiçbir zaman bir olmadık. Biz Avrupalı
olmak istemiyoruz. İstesek de olamayız. Biz Endülüslüyüz!"
"Biz Avrupalı olamayız, olmak istemeyiz ve asla da olmayacağız!"
Ahmed Blas Infante
OSMANLI MİRASI: BALKANLAR
SARAYBOSNA
Bin bir acının ve hüznün aynı zamanda güzelliklerin şehri Saraybosna…
‘İnanmak umut etmektir çünkü diyen aydınlık bir neslin, o karanlık dönemlerde
hayatı, umut ve direniş olarak algılayan bir neslin temsilcisi vardı karşımda.
İnanıyor olmanın tüm bedelini ödemiş, hayatın ateşle imtihanını geçmiş bir
kişiliğin, bir bilincin kelimelerle dökülmesinden başka değildi anlattıkları…’
(Akif Emre/ Çizgisiz Defter) İşte bu zulmün içinde doğan bir güneş; bilge kral
Aliya İzzetbegoviç. ‘Eski dönemde hiç idari görev almadığı gibi ne komünist
parti üyesi idi ne de siyasi görevi oldu. Tümüyle sivil, sade bir vatandaş.
Gerçekte, demokrasiyi yerleştirme adına gerektiğinde güç kullanan Batı’nın
aradığı lider tipi olması gerekirken; hazmedemediği, istemeden kabul etmek
zorunda olduğu isimdi. Yine ABD’nin ‘hiç istemediği’ Hasan Cengic, bunun
nedenini şöyle izah ediyor:
‘Batı; Müslümanları kültürel bir çeşni, renk olarak kabul etmeye hazır, ama
siyasi bir güç olarak asla!’ (Akif Emre/ Çizgisiz Defter)
Saraybosna biraz da Başçarşı demektir. Boşnaklar dillerinin yapısına uygun
olarak, minik bir dönüşümle buraya ‘Başçarşıya’ diyorlar. Burası tipik bir
Osmanlı şehrinin estetik boyutunu günümüze taşırken aynı zamanda şehir kuran
Osmanlı medeniyetinin bir özeti gibi Hayatın ritmi, tarihin derinliği Başçarşı’da
somutlaşarak kendini size açıyor. Bir Osmanlı şehrinin temelini oluşturan çarşının, bedestenin, cami ve
medresenin nasıl bir harmoni oluşturduğunu ismi 15. Yüzyıldan kalma Türkçe
levhalarıyla sokaklarını gezerken dokunarak, görerek tanık oluyorsunuz. Şehrin
Osmanlılar’ın elinde kurulduğu günlerden kalma sokak isimleri hala yerli
yerinde: Çizmeculuk, Ciltculuk, Kuyumculuk. Zamanı aşan şehirlere özgü bir
canlılıkla bugün de hayatın ritmini tutan mekânın adı Başçarşı… Sadece zamanı
aşan değil modern mekân anlayışımızı aşan bir mekânın adı Başçarşı…’ (Akif
Emre/ Çizgisiz Defter)
Saraybosna demişken ‘Derviş ve Ölüm’ün yazarı Mehmet (Meşa) Selimoviç’ten
bahsetmemek olmaz. Selimoviç’i okumak Bosna’yı okumaktır. İçinde
barındırdığı hüznü, kederi, acıyı ve en önemlisi de umudu. Bu anlamda büyük
bir değer taşır. 1910’da Bosna’nın Tuzla şehrinde doğan Meşa Selimoviç, mezun
olduğu Belgrad Üniversitesine öğretim görevlisi olmuş, romantizm üzerine
dersler vermiş; çeşitli gazete ve dergilerde yazarlık ve yöneticilik yapmış birçok
esere imza attıktan sonra 1982’de vefat etmiştir. Yazarın bu romanı yazmasının
arkasındaki sebep ise çok üzücüdür. 1944 yılında ağabeyi 3.Kolordu Askeri
Mahkemesi tarafından kurşuna dizilmesi üzerine bu romanı yazmaya karar verir.
Yazar, bu romanda kardeşinin idama mahkûm edilmesinden yola çıkarak
kendisini var eden insanî, dinî ve tarihî değerlerin ışığında bir devrin sosyolojik
ve psikolojik analizini yapmıştır. Şeyh Ahmed Nureddin, dervişliğin içe dönük
kaderci anlayışı ile dış dünyaya ait toplumsal değerlerin çatışmasını yaşayan ve
dönüşüm geçiren bir roman kahramanıdır. Yazmış olduğu bu roman Yugoslav
edebiyatında büyük ses uyandırmış ve eser yaklaşık olarak otuz dile
çevrilmiştir. Ayrıca bu roman 2001 yılında İtalyan yönetmen Alberto Rondalli
tarafından beyazperdeye aktarılmıştır.
Kitabın başlarında Derviş, kardeşi için adalet ararken hapsedildiğinde, ölüm
hakkında düşünürken şunları söyler :
" Öldüğüm gün, taşınırken tabutum ,
Acı duyacağımı sanma bu dünyanın ardından,
Ağlayarak; yazık oldu, diye konuşma ,
Yok oluyorlar mı batınca güneş ve ay ?
Ölüm sandığın şey, aslında doğuştur .
Zindan gibi görünür mezar, oysa ruh özgürlüğe kavuşur .
Hangi tohum büyümez ekilince toprağa ?
İnsan tohumundan şüphen mi var yoksa ?
AZINLIKTAKİ ÇOĞUNLUK: PATANİ
Hakkında daha önce hiçbir bilgi sahibi olmadığım Patani ile Akif Emre
vesilesiyle tanıştım. Bu bölge hakkında hiçbir şey bilmediğimi ve öğrenmem
gereken çok şey olduğunu fark ettim. Zira bu bilinmeyen coğrafya unutulmuş bir
neslin kaynağına ışık tutmaktadır. Malay asıllı olan yerli halkın Taylarla
verdikleri ‘kendi olma’ ve ‘kalma’ mücadelesi anlamak için Bu ülkedeki
Müslümanların durumu ve konumunu anlamak için öncelikle gelin ülkenin
durumuna bakalım ve bu mücadelenin kaynağına inelim.
Tayland’ın çoğunluğu Budistlerden oluşmakla birlikte Müslümanların varlığı da
söz konusudur. Müslümanların çoğunluğunun yaşadığı bölge olan Patani
Tayland’ın kuzeyinde yer almakta olup Malezya’nın komşusudur. Halkının
yaklaşık yüzde sekseni Malay kökenli Müslümanlardan oluşmaktadır. Yüzde
yirmisini teşkil eden Taylar ise çoğunluk itibariyle Budist’tirler. Tayland
hükümeti resmî politika olarak Patani bölgesinin Müslümanları da dâhil olmak
üzere, Tayland Müslümanlarının Malay kökenli olduklarını reddetmekte;
bunların Tay kökenli olduklarını iddia etmektedir. Tayland’da Müslümanlar,
yetmiş milyon nüfusa sahip ülkenin yüzde onunu teşkil etmekte olup büyük bir
kısmı burada yani Patani’de ikamet etmektedir. Bu bölge de birçok krallıklar
kurulmuş olup bu krallıkların en eskilerinden biri olan Langasuka Krallığı
önceden Budist olup on beşinci asırdan itibaren İslam dinini kabul etmiş ve
Müslüman bir devlet olarak tarihe geçmiştir. Patani Krallığı olarak da bilinen bu
devlet, 1786 tarihine kadar varlığını sürdürmüştür. Anılan tarihten itibaren uzun
yıllardır savaştığı Tay kökenli Budist Ayuthaya Krallığı’na yenilerek onların
hâkimiyetine girmek zorunda kalmıştır. Kuşkusuz Budist bir yönetimin
hâkimiyetine girmek bir taraftan tehcir, zulüm ve asimilasyonu getirirken diğer
taraftan da dinî bir farkındalık ve İslamî bir bilinç de üretmiştir. Zira insanlar
sadece kimlik ve kişiliklerini korumak için çabalamak zorunda kalmamış; aynı
zamanda bağımsızlıklarını da elde etmek için mücadele etmişlerdir. Bu
mücadele bin dokuz yüzlerin başına kadar da bu şekilde devam etmiştir. On
dokuzuncu yıldan itibaren başlayan sömürge faaliyetleri bu bölgeyi de
etkilemiştir. Zira Patanili halkın mücadelesi Malezya’yı sömürgesi altına almış
olan İngiltere’yi rahatsız etmiş bunun üzerine Anglo-Siyam Antlaşması adı
verilen belge imzalanarak Malezya-Tayland arasında günümüzde de geçerli olan
sınırlar çizilirken, diğer taraftan da Tayland Müslümanları ile Malezya
Müslümanları birbirinden koparılmış ve Patani bölgesi tamamen Budist bir
yönetime mahkûm edilmiştir. Nitekim 1909’tan itibaren Patani bölgesi yoğun
bir baskı süreci yaşamış; 1938’de yönetime gelen askerî rejim bu baskıları daha
da artırmıştır. Tayland hükümeti sözde reform süreci başlattığını söyleyerek,
gerçekte “Tay Milleti” üretme projesini hayata geçirmiş ve ülkede var olan azınlıkları yok etmeye; tek din ve tek dil felsefesi üzerinden Malay
Müslümanlarının din, dil, örf ve ananelerini hedef almıştır. Bu durum
Müslümanların kendilerine yönelen bu şiddet ve asimilasyon sarmalını ortadan
kaldırmak için mücadele başlatmalarına neden olmuştur. 1950’den itibaren
organize yapılar kurulmaya başlanmıştır. 1
(Mahfuzat: Müslümanların Gazi
Coğrafyası: Patani Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ Yakın Doğu Üniversitesi
İslam Tetkikleri Merkezi Dergisi) Maalesef ki Müslüman kardeşlerimize yapılan
bu asimile etme politikası beraberinde birçok zorluğu da getirmiştir. Diğer
taraftan ise Malaylara Milli İslami şuuru aşılamış ve mücadele etme gücü
vermiştir. Bu bilgileri edindikten sonra günümüz Patani’nin durumunu merak
ettim ve Patani hakkında güncel ve güvenilir bir bilgi bulmayı istedim. Ancak
bulabileceğim konusunda şüpheliydim. Neyse ki Mehmet Mahfuz Söylemez’in
yazmış olduğu yazıyla karşılaştım.2017 yılında Patani’ye seyahat eden Mehmet
M. Söylemez’in yazdıklarına gelin sizde kulak verin ve Patani sokaklarını sizde
onunla beraber adımlayın.
‘2017 yılı Kurban Bayramı’nı, Patani’de geçirmek üzere ekip arkadaşlarımızla
birlikte İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan hareket ettik. Uzun bir uçak
yolculuğundan sonra, seyahatimizin ilk durağı olan Bangkok’a indik. Daha
sonra buradan Patani bölgesine gitmek üzere Tayland firmalarından biri olan
Smile Havayollarına bağlı uçağa bindik. Uçağa binince yolcuların önemli bir
kısmının örtülü olması; İslamî bir bölgeye gideceğimizi gösteriyordu. Bir saatlik
bir yolculuktan sonra Sonka şehrinde bulunan Hatyay Havaalanı’na indik.
Burası Tayland’ın adeta Patani’ye açılan kapısı mahiyetinde idi. Halkının yüzde
ellisi Müslüman, geri alanlar ise gayrimüslimlerden oluşmaktaydı ki
çoğunluğunu Budistlerin oluşturduğunu bir kez daha ifade edeyim. Şehri
gezerken bir Müslüman kentte olduğunuzu hissediyorsunuz. Zira etrafta birçok
minare ve cami sizi, adeta hoş geldiniz der gibi, karşılamaktadır. Yol boyunca
etrafı gözlerken en çok dikkatimi çeken şey Malezya sınırına yaklaştıkça Arap
alfabesi ile yazılan reklam tabelalarının giderek artmasıydı. Arap alfabesi
Tayland’da resmi olarak kabul edilmemekle beraber Patani bölgesinde hem
reklam tabelalarında hem de bazı devlet dairelerinin üzerinde de
kullanılmaktadır. Son birkaç on yıla kadar aslında bu bölgede sadece Arap
alfabesi varmış. Hatta insanlar bir tek bu alfabeyi kullanıyor, İbranî alfabesini
andıran Tay alfabesini kullanmayı değerleri ile çelişen bir durum olarak kabul
ediyorlarmış. Ancak Tay alfabesi her geçen gün daha fazla bölgeye girmiş, günü
müzede ise her tarafa hâkim olmuş vaziyettedir.
Patani bölgesinde dikkat çeken şeylerden bir başkası ise bayanların hayatın
içerisinde çok yoğun şekilde yer almalarıydı. Gecenin geç vakitlerine kadar açık
*1 Mahfuzat: Müslümanların Gazİ Coğrafyası: Patani Mehmet Mahfuz SÖYLEMEZ Yakın Doğu Üniversitesi İslam
*TMerkezi Dergisi, Yıl 3, Cilt 3, Sayı 2, Güz 2017 (201-220)
olan işyerlerinin neredeyse tamamı bayanlar tarafından işletilmekteydi. Özellikle
sebze ve meyve ile balık satıcılarının, neredeyse, tamamı bayanlardan
oluşmaktaydı. Narativat’a giderken akşam yemeği için yol üzerinde
Müslümanlara ait bir lokantada durduk. Hem namazlarımızı eda ettik, hem de
bizim için hazırlanan yemeği yedik. Yemek esnasında en çok dikkatimi çeken
şey ise hemen hemen her masanın üzerinde duran ve çoğunlukla da İslami
eserlerden oluşan kitaplar oldu. Öyle anlaşılıyor ki insanlar yemek
hazırlanıncaya kadar zamanlarını değerlendiriyorlar. Bu da bende Patanili
Müslümanlarda okuma-yazma oranının yüksekliğini ihsas ettirdi. Geceyi
Narativat şehrindeki otelimizde geçirdikten sonra Anadolulu Müslümanların
Dünya’nın her tarafına uzanan yardım eli konumundaki İHH tarafından kurulan
müesseselerin ilkini, Yala şehrindeki İskilipli Atıf Hoca Yetimhânesi ile Ömer
Halisdemir Okulu’nu ziyaret etmek için yola çıktık. Yan yana olan iki binadan
oluşan kurumun inşaatı tamamlanmak üzere idi.’
İHH sadece bu anlamda yardım etmekle kalmayıp Patani Yazma
Kütüphanesi’ne de yardımlarda bulunmuş ve bu değerli eserlerin restorasyonu
için İstanbul’a, Süleymaniye’ye gönderilmiş, restorasyonları tamamlananlar ise
buraya geri getirilerek, sonradan kurulan iş bu binada sergilenmektedirler.
Türkiye’nin yaptıkları bu yardım karşısında gerçekten çok gurur duydum.
İnşallah bu ve benzeri yardımlar daha da artarak çoğalır.
Bu yazımda sizlere unutulanlar ve bilinmeyenler hakkında azda olsa bilgi
vermeye çalıştım. Umarım sizlere faydası olur. İnsan okudukça ne kadar az şey
bildiğini fark ediyor. Mesafeler uzakta olsa kilometrelerle ölçülemeyecek bu
Müslüman-kardeşlik bağlarımız adına daha öğrenecek çok şeyimiz var. Bizlere
düşen görev daha çok okumak ve daha çok öğrenmek. Ben okumaya devam
edeceğim. Haydi sizlerde elinize bir kitap ve kahve alın ve başlayın! Bir sonraki
yazıda görüşmek üzere Allah’a emanet olun ve sağlıcakla kalın…
RÜBÂB

Yorum Gönder